İthaf Şehrin Sükûnu

İthaf Şehrin Sükûnu
  • 3Dakika
  • 707Kelime

Öyle cümleler ve mısralar vardır ki, parçalanmış, enkazı kalmış biri gizlidir ardında. Ve hâlen parçalanmaya doğru akar yeni cümleler için. Akışından bellidir…
Şair, “Alınyazısı Saatinde”, parçalanmışlığın bir parçasında beliriverir. Ya da İstanbul belirir o parçalanmışlıktan sonra.
“Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsun” der önce Sezai Karakoç. Sonra…

İşte ben o şehri yaşadım yıllarca
İstanbul’da parça parça
Çeşmelerinde ayı yaşadım
Servilerinde ayla birlik bölündüm
Ayla birlik yaralandım

“Yaşamak” ve “İstanbul”un yanında, mısraları dolduran kelimelerden hiçbiri büyük görünmez hâlbuki. Zaten acı da, hep en aciz, az, uzak ve küçük kelimelerde şahlanır. Ama öyle bir şahlanır ki o büyük iki kelime acının yanında azalmak zorunda kalır.
İstanbul bir tanedir. Onun parçaladıkları, acıya dönüşmüş hissedişleri, anlatıcı kelimeleri ise pek çok… Bütün o kelimeler ve hisler şehri ezer geçer.
Bakmayın öbek öbek, parsel parsel genişlediğine, her yıl hatırı sayılır bir şehir kadar büyüdüğüne, yedi rengi çoktan aşmış curcunasına… İzlerle dolu hatıra taşlarının can çekişmesi, bütün büyümüşlüklerini ezer geçer.
Rengârenk köprü ayaklarıyla çılgınlığı gökyüzüne uzadıkça uzayan manzara yarışları, akşamdan kalma dünya dertlisinin gönlünü mest eder belki. Ama Eyüp-Ayvansaray hattına dizili kutlu kabirlerin vakur tenhalığı, koca kuleli gölgeleri ezer geçer.
Büyük manzara taliplerinin burun büyüklüğünü, İstanbul’dan arta kalmış aç susuz bir köşe ezer geçer.
Dünyanın en büyük gürültülerini, surlara yaslanmış bir şehitlik sessizliği ezer geçer.
İstanbul ki hele hele şimdilerde, çok sessizdir duyana. Kalabalığın birbirini ezdiği yerlerde değildir. Çoktan uzaklaşmıştır oralardan.
Denize açılan fakir bir yokuşta, çok güzel günler görmüş bir viranede, boş duran bir otobüs peronunda, iki durak arası çok adımlı yolculuklarda, dik yokuşa kurulu küçük cami avlularında, taş kitabelerde, az kalmış söğüt gölgelerinde, Haliç kıyısında debelenen küçük ve boş kayıklarda, güneş görmemiş eski ve loş sokaklardadır.
Tenhadadır İstanbul. Biteviye, hiç usanmaksızın… bakmayın kuru gürültüsüne.
Şimdilerde has güzellerin, halis güzelliğin hepsi tenhadadır zaten. Talipleri az, dertleri çoktur. Kavga gerektirmez ganimetlerini kimse bilmez. Mihenklerin ters yüz olduğu bir zamanda, isabetli bir keşfin kupkuru ortada kaldığı sahada, dünyanın bilirkişileri gelse bulamaz onları.
Güzelliğin azlık devridir bu. Güzele ayna bulmak zordur o yüzden.
İstanbul bir tane.
Çünkü bir ithaf şehri…
Yaradılışı, imanın selametine,
Fethi müjdeye,
Zelzelesi ibrete,
Kırkyama imarı tarihe,
Silueti âleme ithaf.
İthaf bir şehir, güzel olmaz da ne olur ki…

Mübarek ayaklarıyla geçip gidenler ve mânidar bir iz bırakıp göçüp gidenler ise hayrına vesile.
Şehirde insanlığın parçaları, parçalanmışlığı var. Suretinden okunan var, okunmayan var.
Bunun için, “Dalınca gözlerim ağlar bu hüsn-i sakinde;” der önce Fazıl Hüsnü Dağlarca. Sonra…

Bu beldenin uyuyan bir başka güzellik var
Bütün tulu’ ve gurubunda, subh u leylinde

Parçalanmışlıklar, gözyaşı ve keşif…
Ha bir köşesinden okumuşsun bütünü, ha bütünden bir köşeyi. Artık ne fark eder ki…
Keşfedilen muradına ermiş bir sükûndur.
Üstelik kalabalıklar artık güzeli sevemiyor ki…

Kubbeler, minareler, çatılar, tuğlalar, taşlar;
Her geçen güne, geçmişin güzelliğine imrenenlere…
Kuşlar;
Bir gün göçeceğini bilenlere…
Kapılar;
Gidişin göç mü, hicret mi olduğunu bilmeyenlere…
Bu satırlar;
Aynı sessizlikte buluşup onu paylaşanlara…

0
1
0

Total
0
Shares
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Related Posts