Pratiği Avrupa’da16.ve 19. yüzyıllarda kurumsallaşan, üretimin salt kâr amacı güdümlenerek yapıldığı ve bu artı değerin de pazarlarda satıldığı büyük bir ekonomik sistemin adı olan kapitalizm hakkında içinde bulunduğumuz yüzyıla gelindiğinde ‘’altın çağını yaşıyor’’ demek sanırım yanlış olmaz. Pek tabii esas meseleye gelmeden önce birkaç şey söylemekte fayda var. Adam Smith’in burjuvaziye karşı olarak geliştirdiği kuram ve metaforla beraber kapitalizmin yükseliş felsefesi çok masumane gibi duruyor olabilir. Ancak günümüzde bu İskoçyalının düşünceleri yerini artık kapitalizmin eğilimlerinin, kültürel değerler ve kurumlar adına potansiyel bir tehdit oluşturduğunu ve insan özgürlüğünü bir “demir kafes’’ içine sıkıştırabileceğini söyleyen Max Weber’in düşüncelerine bırakmıştır. Nihayetinde şu an bizler 21.yy da kendimizi bu kehaneti yaşıyor olarak bulmaktayız. Burjuvazinin tekelciliğine karşı savaş açmakla vazifeli bir sistemin giderek neo-burjuvazi bir anlayışa doğru evrildiğini ve insanlığa çağrısının sadece ‘’tüket, daha fazla tüket’’ olduğunu görmekteyiz. Bu açıklamaları yazının başında yapmamın sebebi ileride değineceğim akımın işlevini daha iyi kavramak adınadır.
Peki neden kapitalizm için ‘’altın çağını yaşıyor’’ ifadesini kullanıyoruz? Bunu göz önünde olan birkaç resme bakarak da cevaplayabiliriz. Bir kere öncelikle maddi bağlamda refah ve bolluğun olduğu bu çağda -sömürge ülkelerini tenzih etmemizde yarar var- insanlık olarak eşyaya bayılıyoruz. Artık arzuladığımız her ne varsa neredeyse 24 saat içinde kapımıza bırakılabiliyor. Bir tıkla istediğimiz her malzemeye rahatlıkla erişebilmenin hayranlığını yaşıyoruz. Bu hayranlık da doğal olarak insanlığı daha fazla tüketmeye itiyor. Tükettikçe tüketiyor, tükettikçe daha fazlasını tüketmek istiyoruz. Üstelik sadece mutlu ve özgür hissetmek, hayatımıza biraz renk katmak, hayatımızda bir şeyleri değiştirmek ve az da olsa rahatlamak adına yapıyoruz bütün bunları. Fakat tüketmekle huzuru yakalamaya çalışmanın aksine sadece kapitalizmin giderek güçlenmesi için gerekenleri ona kendi ellerimizle sunduğumuzun farkına varamıyoruz. Tüketmekle tuzlu bir denizden su içtiğimizin farkında olamıyoruz.
İçmek için avucunda tuttuğu suyun tuzlu olduğunu artık fark eden birileri var. Onlar kendilerini ‘’minimalist’’ olarak tanımlıyor. Peki nedir bu Minimalizm denen akım ve bu öğretiye gönül veren minimalistler neyi amaçlıyorlar?
Amerikalı Ryan Nicodemus ve Joshua Fields Millburn adlı iki minimalist bağlı bulundukları bu öğretiyi kısaca şöyle tanımlıyorlar: ‘’Hayatın daha az eşya ile daha iyi olmasıdır.’’ Bir başka ifadeyle Minimalizmin çıkış noktasında temel ihtiyaçların dışındaki her şeyin insan hayatından çıkarılması var. Yani bir Minimalist bir nesneyi satın almadan önce kendine her zaman ‘’bu eşyanın hayatıma katacağı değer ne?’’ sorusunu soruyor. Dolayısıyla bu sorunun yanıtına göre tüketim alışkanlığına da bir yön ve ilke tayin etmiş oluyor.
Ryan ülkenin bir çok eyaletinde yaptığı seminerlerde kendi hayatının odak noktasını sorguladığı zaman sürekli olarak başarıya, daha çok kazanmaya ve daha çok eşya edinmeye odaklandığını ifade ediyor. Bu ‘’daha çok tüketim’’ alışkanlığının kendisine bir türlü istediği o manevi doyumu getiremediğini fark ettiğinde ‘’daha az tüketim’’ fikrinin bu manevi doyumu sağlayıp sağlayamayacağını merak ediyor. Ardından bütün bu alışkanlıkları hayatından çıkardıkça; örneğin evinde yüzüne dahi bakmadığı eşyaların her gün bir tanesinden kurtuldukça kendisini daha da özgür hissettiğini söylüyor. Ayrıca Minimalizm öğretisini benimseyenlerle yapılan konuşmalarda söylenenlerin ve hissedilen duyguların hepsi aynı kapıya çıkıyor: daha az eşyayla daha fazla özgürlük.
Joshua’nın ifadelerine göre de Minimalizm öğretisinde her eşya bir amaca hizmet ettiği için insan hayatına harikulade bir düzen getiriyor. İhtiyaç azaltmayı öğrenerek bağımsızlığa daha fazla alan açmış oluyoruz. Ayrıca ihtiyaç fazlası ürünlerin hepsi durumu olmayan insanlarla paylaşıldığı için hem yardımlaşma duygusunu kuvvetlendiriyor hem de manevi anlamda insana iyi geliyor. Başka bir ifadeyle almaya değil vermeye, eşyaya değil insana dayanan bir öğreti.
Kendisi son olarak Minimalizmde vadedilen hayatın kusursuz ve kolay bir hayat olmadığını, vadedilen hayatın sade ve kısıtlı bir hayat olduğunu ifade ediyor.
Sonuç olarak Amerika başta olmak üzere tüketimin haddini giderek aştığı ve kapitalizmi tıka basa beslediği kıtaların tümünde insanlar Ryan, Joshua ve birçok minimalist öğretiyi benimseyenler gibi ruhun açlığını hissetmeye başladıklarında onlara iyi gelecek olanın daha fazla tüketmek olmadığını idrak edeceklerdir.
Her alanda daha az tüketimle daha fazla özgürlük önermesini ortaya atmış olan Minimalizm daha fazla tüketmeyi neredeyse insanlığa dikte etmeye başlamış olan kapitalizmi ortadan kaldırma yolunda bir adım olabilir mi sanmıyorum. Fakat öğretinin giderek yayılımını artırması sonucunda bu neo-burjuvazinin sağlam bir darbe alacağı aşikar.
Pek tabii burada ‘’Neden tam olarak ortadan kaldıramaz?’’ gibi bir soru ile karşı karşıya kalabiliriz. El-cevap: Çünkü böyle bir potansiyele sahip değil.
Çok defa ifade ettiğim ve edeceğim gibi bir düşünce/fikir ya da ortaya atılan bir akım hakikati temsil niteliğinde olan bir metafizikle bağını kuramazsa havada kalır ve zamanla kaybolur. Bu kayboluşla kastedilen mana şudur metafizikle bağını kuramamış olan bir düşünce ya da akım sürekliliğini koruyamaz ve hem bilfiil hem bilkuvve şekilde çağların altında ezilerek un ufak hale gelir. Dolayısıyla Minimalizmi anlayış ve kavrayış açısından isabetli ve tutarlı, etki açısından kısa vadeli bir akım olarak düşünebiliriz.
Bugün kendi toplumumuzun genelinde fikir ve eylem ekseninde bilfiil etkisini görme imkanına pek az sahip olsak da bilkuvve kendi özünü muhafaza etmeyi başarmış, hala diri ve kendine has bir Anadolu öğretisine sahibiz. Veren el alan elden üstündür şeklinde de ifade edebileceğimiz bu öğreti bize bin yıllık bir tarihten, Anadolu’nun evliya ve erenlerinden miras olarak kalmış bir düsturdur. Eğer niyetimiz şahsi manada tam özgürlüğü elde etmek ve bunun yanında kapitalizmin çarkına sopayı geçirip mevcut çarkı kırmak ve daha adil, daha merhametli bir çarkın oluşumuna kapı aralamaksa toplumun mayası, tarihi birikimi arkamızda canlılığını hala koruyor. Bugün Amerika’da isabetli bir farkındalığın temsili olan Minimalizm akımının öğretilerini de içine alan fakat ondan çok daha geniş, çok daha sistemli ve çok daha güçlü bir yapıya sahip olan bu mirasımızın çağda, şuurda ve kalpte dirilmesi ve yeniden medeniyete entegre edilmesi mevzusuna şahit olunduğu bir yüzyılda oturup kapitalizmin tükenişine dair bir yazı kaleme alma fırsatı mutlaka doğacaktır.