İnsan üzerinde bulunduğu işin zamanı içerisindedir der mütefekkir. (1) İçinde bulunulan işin keyfiyeti zamanın insana bahşedebileceği hayırların da temin edicisidir. Hayra yahut şerre hizmet; içinde bulunulan işle tescil edilir. Yirmibirinci asırda, nesillerin x, y, z tasniflerine maruz bırakıldığı, transhümanizm furyası (makine-insan) üzerinden Allah’ın insanı (hâşa) kâmil yaratamadığı ve teknoloji, bilim ile bunun mümkün olduğunun mevzubahis edildiği bir vasatta üzerinde bulunduğumuz işin bizim işimiz olmadığı, Müslümanların bu seyl-i hurûşanda belki iki belki üç yüz yıldır müessir olamadığını idrak etmek mecburiyetindeyiz. Bu idrakimizin bizi rahatsız ettiğini söylemek şimdilik pek güç. İdrak ettiğimizi zannetmemize rağmen bu idrakten yoksun olduğumuz gerçeği ise daha kuvvetli gibi duruyor. Diğer yandan yaşadığımız dünya bize ait değil diyoruz. Bize ait olmayan bir dünyada kendimiz olarak yaşayamacağımız gerçeğini ise es geçiyoruz. Es geçmek bir seçim değil, zaruret güya. Bahanemiz hazır: İçine doğduğumuz şartlar bizi zorluyor modern dünyaya itaatkâr olmaya. Halbuki Efendimiz içine doğduğu dünya kendisine devredilmek için teklif edildiği halde (reislik, en güzel kadınlardan seçme, mal, makam) bu dünyayı reddederek kıyamete kadar bâki kalacak dinimizi kemâle erdirme yolunda mübarek adımlarını attı. Tevhidi herhangi konjoktürel (!) şarta mukayyet kılarak tebliğden geri adım atmadı. Müslüman olan sahabiler ise imanlarının ilk anından itibaren farklı bir dünyaya doğduklarını idrak ettiler. Mâna planında kurulmaya başlanan ubudiyet madde planına aka aka devam etti. Efendimiz Medine’de sistemli bir nizamı dört başı mamur bir şekilde inşa etti. Müslümanlara cemiyeti kurmanın ve sürdürmenin imkanını sünneti üzerinden bahşetti.
Üzerinde bulunduğumuz iş muğlak olduğundan olsa gerek zamanımız da parçalara ayrılmış vaziyette. Hristiyan’ların takvimini hem esas ittihaz edip hem de Müslüman olmaklığımızı idame ettirme kararında olduğumuz müddetçe çelişkiler yumağından kurtulmamız mümkün olmayacak. Ramazan ayı her yıl geriye gelecek, biz Ramazana gitmeyecek, Ramazan ayını modern vakitlere ayarlı hâli pürmelalimizle ayağımıza getireceğiz(!). Modern insan her şeyin merkezi ve ölçütü haline getirdildiği iddiasıyla şeylerden bir şey haline kalbedilirken, eşref-i mahlukat olmaklığını inkâr etmişti. Aklın onu sahili selamete kavuşturacağı iddiası insan şerefine yaraşır elinde olan ne varsa aldı. Metalaşmayan şey yok olmaya mahkum edilerek sistem beslenildi. Sistemi beslemeyi reddedenler sisteme karşı başkaldırmak suçundan mahkum edildi. Biz sâbitelerimizi vaktimizi yitirdiğimizde yitirdik. Vaktimizi yitirdiğimizi inkâr ettiğimiz müddetçe de kendimize varamayacağız. Zira kendimize varmak kendimizin bir zamanlar müstakil ve şerefli bir şekilde var olduğu ve şu an onu yitirdiğimizi kabul ile başlar.
HİCRÎ TAKVİMİMİZ
Hicrî takvimimiz esas alınırken neden başlangıç olarak takvime de ismini veren Efendimizin mübarek hicreti esas alınmış, doğumu yahut risâletinin başlangıcı alınmamış sorusunu sormak vakit idrakimize bir seviye kazandıracaktır. Bu konuda İsmet Özel’in şu ifadeleri dikkate şayan: “Müşrikler bize Mekke’de Müslüman olarak hayat hakkı tanımadıkları gibi hicret etmemize de göz yummadılar. Hem Rasulü Ekrem’in Hz. Ebubekir ile hem de Hz. Ömer’in tek başına nasıl hicret ettiği bilinir. Biz Mekke’yi fethetmek gâyesiyle Medine’ye hicret ettik. Eğer biz “Arz üzerinde Müslümandan daha üstün bir kimse yoktur.” davamızdan vazgeçse idik müşrikler zaten her şartta uzlaşmaya hâzır ve nâzırdı. O zaman ne Hicret vuku bulur ne Yesrib Medînetü’n Nebî olur ne de Mekke’yi fethedebilirdik. Bu sebeple Hicret dünya tarihinin en önemli hadisesidir.”
Tarihimizi hicret ile başlatma hamlemiz bizim hayat tasavvurumuzun faalliğini de izhar eder. Hicret bir geri adım değil, Allah’ın kullarına bahşettiği ve bu nimetle kullarının Müslümanca yaşamayı talep ettiği bir yolculuktur. Her şeyden önce ruhanidir. Efendimizin Hazreti Ömer yoluyla bize ulaşan ve ameller niyetlere göredir diye başlayan meşhur hadisini ve devamında kim neye hicret etmişse onun için etmiştir buyurmasını hatırlayalım… Bir kadın için Mekke’den Medine’ye hicret eden bir şahsın bu yaptığı Efendimize ulaşınca bu sözü söylemeleri Hicret’in maddî meşakkatinin mânevi bir yükle anlam bulacağını anlatmakta. Zâhir – bâtın dengesi İslâm’ın itidalinin ve yegane örnek olduğunun da delili. Bugün tepe-taklak olmuş bir zaman ağının içerisinde modernliğin kendi dönüştürücülüğü için müsait, statik bir zamanlamaya mahkum halde Milâdi takvimle çepeçevre sarılmış bulunmaktayız. Buna mukabil Hicrî takvimde ayın halleri esas alındığından bir ayın 29 yahut 30 gün çekeceği mutlak olarak belli değildir.
Dinamik bir şekilde namaz vakitlerine göre vakitlenmiş bir zaman kendi içerisinde insanoğlunun şerefine yakışır bir yaşamayı sağlar. Yaşamalar fıtrata yakın olduğu nispette anlam kazanırlar. Fıtrattan uzaklaşan ne varsa insanın aslına dokunma, aslını yakalama imkanından uzağa düşer. Hitap ruhtan nefse doğru yönelir. Metafizik âlem yok sayılır, fizik alemi asıl alem olarak ikame edilir. Fizik aleminde insanların kollarından ve kafalarından kelepçelenmeleri için metafizik alemin geçerli şartları (vahiy yoluyla haber verilen, Allah’ın mutlak yaratıcı olarak koyduğu hududlar, verdiği emirler gibi) fizik alemine indirgenerek hakiki failin yerine geçilmek istenir. Bu konuda Carl Schmitt gibi isimler “siyasal ilahiyat” kavramsallaştırmasıyla bu duruma (her ne kadar mutlak fikirden uzak olsalar da) işaret etmişlerdir. Bu durumun uzun uzadıya tahlili Türkçe’ye de yetkin bir şekilde tercüme edilen Taha Abdurrahman’ın Ruhu’d Dîn (Dinin Ruhu) isimli eserinde mevcuttur.
Bir şeye hükmetmek, çeşitli yönlere mütemayil kılmak ona isim koymakla olur. Allah Âdem aleyhisselama isimleri öğreterek onu meleklerden üstün kılmıştır. Zaman konusunda yaklaşık iki asırdır fâil değil meful konumunda olduğumuzdan, tesir eden konumundan tesir edilen, hükmedilen konumuna gerilediğimizden olayların seyrinde payımız yok. Aydınlanmadan beri giden hayra alamet olmayan bir yerlere giden bir dünya var ve biz o dünyanın peşinde seyretmekle meşgulüz. Hicri takvimin esas takvim olmaklığına halel gelmesi ilk defa IV. Mehmet devrinde 1088 (M. 1677) senesinde çıkan bir fermanla, gayr-i Müslimlerle olan ticari ilişkilerde uyum sağlamak adına atılan adımla vukuu bulmuştur. O zaman kullanılmaya başlanılan takvim Rûmi takvimdir. Neden Milâdi takvim değil de Rûmi takvim sorusuna vereceğimiz cevap ne yazık ki içerisinde muayyen bir tercihi barındırmamakta, tam aksine o zamanki Rus sefirinin (Rusya’nın da bu takvimi kullanması dolayısıyla) baskısı sonucu gerçekleştiği bilinmekte. (2) Cumhuriyet’in ilanıyla beraber ise hâkim kültür olan (hakim olması istenilen kültür mü denmeliydi) Batı’ya tamamen dönen yüzümüz bize Milâdi takvim hediyesini getirmiş ve bizi muasır seviyeye (!) erişmede önemli bir mevziye itmiştir.
HULÂSA
Zaman idraki eşyayı idrakin merkezinde yer alır. Zamanın akıp giden mecrasında câri olan şeylerde vaktin tayini / tanzimi doğrudan etkilidir. Vakte sahip çıkmak fıtrata sahip çıkmak demektir. Vakti kaçırmak eşrefi mahlukat olmağa zarar verir. Hicrî 1443 yılına kavuştuğumuz bu günlerde Müslümanlar olarak kaybettiklerimizi kazanmamız vakit idrakimizi doğru yere raptetmemizle doğrudan alakalıdır. Önce üstünde bulunduğumuz işin yanlış olduğunu, durmaya ve düşünmeye izin vermeyen gidişatın bizim kendimize ulaşmamızla alakalı olmadığını teslim etmeliyiz. Kendisinde cereyan eden olaylara yataklık eden zamanı doğru yöne çevirir, kendi zamanımızı yeniden ikame edebilirsek yazımızı da, tarihimizi de, vatanımızı da önce yeniden fethedip ardı sıra muhafaza edebiliriz. Günleri insanlar arasında dönüp dolaştıran ve kemal ile zeval sarkacında imtihan eden Allah’ın bize yeniden nusretini vereceğine iman ettik. Bize düşen her işin vaktine rehnolduğunu idrak etmek ve bizim seferle mükellef olduğumuza iman etmektir. Ötesi hesap kitap işidir ki niyetin esas olduğu yerde hesâbilik değil hasbîlik olması gereken meziyettir.
Dipnot
1) Bahsolunan mütefekkir merhum Sâlih Mirzabeyoğlu’dur.
2) Bu mevzu gibi Hicrî takvimimiz hakkında diğer bilgileri geçtiğimiz günlerde “Muvakkitin Gözyaşları” isimli sergi düzenleyen İstiklal Marşı derneğinin neşrettiği aynı isimli bültende bulabilirsiniz.
5
9
1